30 Aralık 2009 Çarşamba

2009'un son günü

2009 yılı için ne söylesem bilemiyorum aslında, kötü ve iyi iç içeydi sanki. Kendi hayatımı düşündüğümde kesinlikle benim için çok kötü başlayıp çok güzel devam eden bi yıldı, ama ülkem için, insanlık için kötüydü çok kötüydü. Kapılarımı kapatıp kendi dünyamın içine gömülüp dışarda olup bitenleri görmeden yaşamayı hiçbir zaman başaramadığım için şu anda da haykıramıyorum muhteşem bir yıl bitti diye. Klişe lafı söylemek daha kolay geliyor: Acısıyla tatlısıyla bir yıl daha geride kaldı.

Yılbaşına bir gün kala geçen yıl yılbaşında ne yaptığım da geliyor aklıma, devamındaki ocak ayında başıma gelenleri de hatırlıyorum. Artçı şoklarını yaşadığım sonraki bikaç ayı da düşünüyorum ve beklenen değişimi..Bir yıl içinde çok fazla olgunlaştığımı ve değiştiğimi farkediyorum. 21 Ocak'ta çok sevdiğim bir arkadaşımla yaptığım konuşmanın sonrasında buraya yazdığım bir yazı vardı "48 Saatin Hikayesi"nden bahsediyordum ve soruyordum "Herkesin hayatının dönüm noktası bi "48 saat" mevhumu var mıdır?" diye. Şu an samimiyetle içimden geçirdiğim cevap "umarım vardır". 2009'a kırgınlıklarla ama onların düzelmesini dileyerek umutlarla girmiştim. Devamındaki günlerde tam dileklerimin gerçekleşmeye başladığını sanmıştım ki 2 haftadan fazla sürmeyen bu yalancı mutluluğun şu an beynimin derinliklerinde hatırlanmayacaklar odasına kilitlediğim durumları yaşayarak sona erdiğini gördüm. Hatırladığımda artık sızlamıyor içimde bir yerler ama yine de o şiddetli üzüntü her zaman hatırlamayı istediğim bir durum. Mazoşist olduğumdan falan değil sadece yapılan yanlışlara, düşülen hatalara hayatımda yeniden yer vermemek için. Bu yazıyı kimselerin dünyasını karartmak için yazmıyorum tam aksine söylemek istediklerim bundan sonra başlıyor. Hepimiz orda surda burda bir hayat yaşıyoruz, yaşadığımız şey bizim bir kerecik sahibi olduğumuz bir hayat, bir beden bir de ruh sahibiyiz hepimiz. Hayat için de kolay diyemem, çok zor. Elinizdeki bir beden bir ruh ve de bir hayatla ne yapacağımız bizlerin elinde, elimizde olmayan bazı durumlar var elbette fakat mutlu olabilmek herşeye rağmen ayağa kalkabilmek insanların elinde. Hayatta en korktuğum sevdiklerimi kaybetmenin acısını yaşamadım bu yaşıma kadar, yada ciddi sağlık problemlerim olmadı ama başka türlü canım yandı. Ve biliyorum ki dışarda pekcok insan var benim gibi, canları cok yandı ve haddinden fazla üzüldüler. Su an dürüstçe söyleyebilirim ki yaşadığımız herşeyin bir nedeni var, yaşayacaklarımızın da. Özellikle canımızı çok yakan durumlarda o an anlayamadığımız ama geleceğimiz için çok faydalı sonuçlar var. Bir dostumun bana bir kez söylediği bir söz "bazı şeylere olduğundan fazla anlamlar yüklüyoruz halbuki o kadar basit ki o şey, o kadar değersiz ki.." hep kulağımdadır. Ne kadar haklı. Bu sözü düşünerek geçirdiğim bikaç haftanın sonunda benim için aslında nelerin öncelik olduğunu, nelerin değerli olduğunu yada olması gerektiğini farkettim. İşte onlar için uğraşacaksın, uykusuz kalacaksın, üzüleceksin çünkü bunu hakeden onlar. Devamında da basit yaşayacaksın bu hayatı.

Ben kötü başladığım yılın devamını ortalamanın üstüne çıkarmayı bu şekilde başardım. Olan biten hertürlü saçmalığa rağmen babamın hep söylediği gibi "hayat yaşamaya değer". Hayatın karşımıza neler çıkaracağını hiç tahmin edemiyoruz, çok bildiğimizi sanıyoruz ama aslında hiçbirşey bilmiyoruz, mutluluk umarken hayal kırıklıkları yaşıyoruz çoğu kez ama hiç beklemediğimiz anda çıkacak güzellikler için mutluluklar için o günlere katlanmaya değer.
Bedenim ruhumun yorgunluğundan hasta düşmüştü yaklaşık bir yıl önce, şu an hayatımın ilerisi için önemli kararlar alma noktasındayken bile ruhumun da bedenimin de hiç olmadığı kadar sağlam olması geçirdiğim 1 yıllık ekstrem olgunlaşmadan. Ailemden ve dostlarımdan aldığım gücü hissedebiliyorum artık onlar hep vardı ama ben fazla anlamlar yüklemekle meşguldüm, hissedemiyordum.

Ülkem için de umutluyum, herşeye rağmen umutluyum. O konuda yazmak istediğim çok fazla şey var ama ilerleyen günlerde.
İnsanız ve hatalar yapabiliriz, ama hataları tekrarlamak aptallıktır, hiçbirimiz aptal değiliz ama aptal olmadığımızın farkında olanımız az. Zor zamanlardan geçen herkes için sabır diliyorum yeni yılda, kendinizin doktoru kendiniz olmanız dileğiyle, mutluluklar sanıldığı kadar uzaklarda da değil hatta çabalamanız bile gerekmiyor onlara ulaşmak için onlar gelip sizi buluyorlar. Aslında çabalıyorsanız zaten bi sorun var demektir, salın gitsin, basit yaşayın hayatı.
2010 hepimiz için en başta sağlık getirsin, mutluluk, aşk ve başarı. Ülkemiz için de insanlık için de dileyeceklerimi yazsam saatler yetmez, içimden diliyorum zaten.

Life is repeating itself; no matter where u re, no matter what u re doing, no matter how u re feeling, the same progress, as poisonous as before, difficult to breathe, difficult to survive. But at the end everybody survives, somehow.
Definitely, at the end everybody survives. You can define the somehow part in your life on your own words.

HEP ÇOK MUTLU OLUN

30 Haziran 2009 Salı

Dark, cold but warm within

I do always remember this.
It will be the story that I'm gonna tell to my child instead of telling the other thing, you know. So maybe the child will have more faith in that than I have.
It was dark and cold but warm within, at the deep inside.

19 Şubat 2009 Perşembe

Sehir seni cagiriyor

Her gecen gun artan siddetiyle cagiran bi sehir, Istanbul. Yalniz deniz insani da deil bogaz insaniyim ben: oncesinde Canakkale, sonrasinda Istanbul asik oldugum iki sehir. Kisilere hissedilen duygular mi yoksa bi sehir icin hissedilen duygular mi daha gercek, daha saglam, daha durust ve samimi, daha temiz diye dusunuyorum. Hangisinden ayrilmak daha zor, hangisine arkani donup gitmek ve bir daha donmemek ? 

Canakkale tarih dolu bir sehir, dogal guzellikleriyle birlesmis guzel ve sakin insanlarin yasadigi bir sehir. Oranin genelde orta yas ustunu ve emeklileri cezbeden bu sakinlik ozelligi, sehir kosturmacasindan uzakligi, huzurlu atmosferi belki yasim geregi belki de kisiligim geregi beni belirli sureligine Canakkale'den daha da issiz ve sakin olan kucuk bi kasabasina, evim die benimsedigim nadide yere donderir her sene. Telefonum cekmez (cekse de nereye koydugumu bile hatirlamam), internetim yoktur (ozellikle baglatilmamistir), bir bodrum kati dolusu kitap vardir, guzeller guzeli Gelibolu karsimdadir ve sevdigim insanlar...10 gun 15 gun belki biraz daha fazla orda kalmayi her sene ruhum, bedenim, benligini yitirir gibi olmus kimligim ister. Ozellikle de Sabanci'nin o internette ve telefonda gecirilen tonlarca saatlerinden sonra biraz molayi gercekten ariyordum. Ama o mola bitip de o okula dondugumde; o hareketli, kalabalik sehre donup Istiklal'inde kendimi ilk buldugumda bilincli bilincsiz "ohh, hayat" dierek derin bi nefes alirdim. Yasadigimi, kim oldugumu, hayattan ne istedigimi hatirladigim sehirdi Istanbul. Kalabalik sokaklari, tikanmis trafigi, yukselen binalari, bana hep hayatta oldugumu, hayatin herseye ragmen akip gittigini anlatirdi. Uyumayan ve hayatin durmadigi sehirlerden biriydi Istanbul, gece 12 ye gelirken Atasehir'den kalkip Besiktas'a arkadasimi almaya gittigim ve kopruden gecerken ikimizin de susup o anin tadini cikardigimiz yerdi Istanbul. Gece ilerledikten sonra, arabalarin gurultusu bittikten sonra, sabaha karsi sokaklarinda dolasirken icime zerre korkunun gelmedigi aksine "sehrin sesini duyabiliyor musun" diye arkadaslarimi susturdugum yerdi Istanbul. Cok fazla hayallerim, planlarim vardi o sehirle ilgili, yasamak isteyip de ertelediklerim vardi, uygun zamani ve insani bulamadigim paylasilamamisliklarim vardi. 
Simdi bi yol ayrimindayim, canimi yakan bi yol ayrimi bikac ayim daha var karar vermek icin ama sanirim neye karar verecegim yada vermek zorundayim acik bi sekilde ortada, onumdeki aylarim su an yuzlesmemek icin buldugum bahaneler belki de. Canimi yakan bi karar ama beni canimi daha cok yakan baska bi durumdan kurtaran bi karar. Ya da belki de kafami bu kdr kurcalamasinin nedeni hangisinin daha cok canimi yakacagina karar veremiyor olmam. 
Yillardir beynimi uyusturan bi dongunun icinde yasiyormusum meger, duymak istemedigim seyleri duymusum devamli, hissetmek istemedigim uzuntuleri hissetmisim gereksiz yere. Uzakta olmanin farkindaliklara yol actigi bi noktadayim simdi, hicbisey bilmemek, hicbisey duymamak ve hicbisey gormemenin huzurunu yasiyorum son bi kac haftadir. Yillardir duymamak icin kulaklarimi bile kapattigim halde ufacik araliklardan yolunu bulup gelen sozler, gozlemlenen davranislar ne kadar huzurumu kacirmis simdi farkediyorum. Bu farkindaliktan sonra asik oldugum sehre geri donebilir miyim? Cok buyuksun ama bi o kadar da kucuksun Istanbul, bunlari engelleyebilir misin benim icin? Beni bi Ingiltere'deki kadar kor ve sagir yapabilir misin? Koruyabilir misin beni ? Kulaklarimi kapasam da duyacagim, gozlerimi kapasam da gorecegim, o an uzulmuyor olacagim ama gecmisimi hatirlayinca uzulmeme engel olamayacagim ve sen de beni bundan uzak tutamayacaksin, yoksa eski Istanbul'um olamazsin ki o kadar ozgur gezemeyeceksem, o kadar ozgur bakamayacaksam. Degisen Istanbul'a karsi ya askim biterse, napicaz yolun yarisinda yollari nasil ayiricaz yine mi dusucem Avrupa yollarina, doktorami mi yarim birakicam, isimi mi terkedicem, sifirdan ellerimle hazirladigim evimi mi dagiticam? Napicam, hic biseyin garantisi yok di mi hayatta ? 

27 Ocak 2009 Salı

1994 yilindan cikip gelen

Sertab Erener'in 94 yilinda cikardigi 2. albumu hayatimda en cok dinledigim albumdur heralde. 9 yasimdaydim, tum sarkilarini ezberledigimde. Hala da o La'l albumunun ustune albumu olmadigini dusunuyorum. Fahir Atakoglu'nun muzikleri, rahmetli Uzay Hepari'nin duzenlemeleri, ve Sezen Aksu'nun duygu dolu sozleri...Yillar gecse de uzerinden sarkilari dinlemeyeli, gun icinde ansizin yada bi sabah uyandigimda icten ice o albumun icinden bi parcayi soyler buluyorum kendimi, ruh halime gore degisen parcalar...
Son gunlerde hep bunu mirildanir buluyorum kendimi, bilincsizce:


Üzgünüm gidenler için
Üzgünüm bitenler için

Sadece çok üzgünüm dargın degilim

N'olur sende beni affet
Kahır degil bu kıyamet
Cezamızı çekiyor gibiyiz
Belki de nihayet
Bir gün çalınırsa kapımız
Tekrar anılırsa adımız
O zaman sarılır kanayan yaramız


Günahlar günahlar günahlar
Gün gelir zaman bizi aklar
Yıkanır ihanetler
Yıkanır ahlar




Yogun bi uzuntunun, umutsuzluk cukurunun icinden seslenen Sertab'in sesi aksi gibi sonunun umuda baglandigi sozler...Bu kadar uzgun olup nasil dargin olmassin ki aklimda beliren dusunce...Zaman hakkaten dindirecek mi tum bu hisleri ? aklimda beliren soru...hyr inanmiyorum da verdigim cvp...


21 Ocak 2009 Çarşamba

Herseyin susup, bilinçaltının konustuğu bi an...

Birleşik Krallık'ta saat sabahın 3'ü, Türkiye'de 5'i, iki yakın arkadasın, iki farklı ülkede, iki farklı zaman diliminde, iki farklı durumla kendi imkanlarıyla mücadele etmeye calıstıgı tam bu saatte yapılan msn konusmasında bilinçaltılarının gayet bilinçsizce parmaklarına ordan klavyeye ordan da yazıya dökülmesini sagladıgı anlamlı, zaman mevhumundan özgür, dürüst, kısa ama anlamı uzun cümleler toplulugu:

X: 24 yasında 
X: Hayatında değiştirmek istediğin bu kadar çok şey olmamalı...
Y: Benim de o kadar çok şey var ki
Y: Cok kızıyorum kendime
Y: Birçok şeye
Y: Ama hicbiri fayda etmiyor
Y: Geriye kalan sadece tecrübe ve dert oluyor

Bıraktığım yerden başladım yine hayata, eskisinden de bi adım önde, daha fazla kırgın, daha fazla yorgun, daha fazla zorlanarak. İlk ambulansıma bindim, ilk finalimi kaçırdım bugün ama hala hayattayım evet, kimilerine inat gibi hala ayaktayım. 
Telefonda duyduğun babanın sesi belki de hala hayatta olmaya değen. 
Yazmaya karar verdim 48 saatin hikayesini, 48 saatte nelerin değişeceğini. Takdir ettim 48 saatin insan ruhunda, duygularında, fizyolojisindeki akıl almaz etkisini. 
"48 Saatin Hikayesi": Yasayanlar ve ölülerin, aldatanlar ve aldatılanların, rahibeler ve fahişelerin, üzerine sürekli güneş doğanlar ve güneşi hep batıranların hikayesi. 
Herkesin hayatının dönüm noktası bi "48 saat" mevhumu var mıdır? 

17 Aralık 2008 Çarşamba

Sicko-Michael Moore


Yine bir Hande klasigi olarak yayınlandıktan aylar sonra izlemeye fırsat buldugum bir film, bir belgesel film aslında Sicko. Sabancı'da 5 sene boyunca aldıgım tam bir "Amerikancı" eğitimden ve "US rocks" felsefesinden sonra İngiltere'de kendimi buldugum su günlerde, zaten karsılastıgım pek cok durum beni sasırtırken ki misal gitmeden önce "ee niye bu adamlar saglık sigortanızı yaptırın gelin dememis? Ben yine de yaptırsam mı? Nası yani Amerika'ya bi hafta gezmeye giderken bile sigortalanıp gidiyorum, 1 sene orda sigortasız nası yani?" diye cırpınırken oraya gidip de okul kaydımı tamamladıgımın ertesi günü aile doktorum ve dişçimle ilgili tüm bilgiler yurduma postalanmıstı, sonra İngiliz olan yurt arkadaslarıma saskın saskın n tane soru sorarak ögrendim ki sigortalanmısım bile her anlamda dişlerim, gözlerim, tüüüm organlarım, herbişeyim. Bu bile garip gelmişti en basta cunku o kdr alısmısım ki vucudunun belli uzuvlarını, belli operasyonları ve belli tedavileri karsılayıp da gerisine posta koyan sigorta zihniyetine "vay be işe bak" demiştim. Tam bu kesifleri yasarken üstüne bu belgesel filmi izlemem cok anlamlı oldu. Aslında yayınlandıgında izleseymişim, filmin İngiltere ayagında bahsedilenleri yasayarak ögrenmek zorunda kalmayacakmısım. 
Sicko'ya gelirsek Michael Moore The Awful Truth tv show undan sora dünya capında ses getiren belgesellere imza attı, benim izleyebildiklerim Bowling for Columbine, Fahrenheit 9/11 ve simdi de Sicko. Eger izlememişseniz her birini tavsiye ederim ki en son Sicko bize tüm gercekliğiyle American Dream'in ne kadar yalan oldugunu ispatlayan bi belgesel film bana göre. İki tane sigortasız kaza gecirmiş Amerikalının hikayelerine kısaca deginilerek baslayan film "There are nearly 50 million Americans, with no health insurance. They pray every day, they don't get sick. Because 18.000 of them will die this year. Simply because they're uninsured." gerceklerini pat diye suratınıza yapıstırıyor.  Sonra da bu filmde sigortasızların hikayesinin değil, aksine 250 milyon sigortalının hikayesinin anlatılacagını acıklıyor ve bunu da ironik bi cümleyle "those of you who are living the American Dream"  tamamlıyor. Sonrasında kanser, kalp rahatsızlıkları gibi ciddi hastalıkların yanında, ateşi yükselmiş 18 aylık bir bebegin basına gelenleri izlemeye baslıyorsunuz, aslında dusununce basına gelemeyenleri demek daha dogru sanki cunku aynı rahatsızlıktan müzdarip Fransa'daki bir bebegin basına gelenleri de izleyince tüyleriniz diken diken oluyor.  Bi ara filmi izlerken, Afganistan ve Irak'ta dogan bebeklere icimden "en büyük sanssızlıgın o topraklarda dogmus olmak zavallı bebek" dedigimi bu filmi izlerken de sölemeye basladıgımı farkettim. Sonrasında da "nasıl yani?? cogu zaman öf keske Amerika'da dogsaydık, ne imkanlar sunulurdu önümüze yada öf su kdr calısmayı orda göstersem nası ödüllendirildim demiyor muyuz? Dünya'nın en büyük gücü, bilimde ilimde herbişeyde bir numara bi ülke. Hepimizin gözü düşüyor ah bi fırsat olsa da gitsek, green card kuyrukları" dedim ve gitmeye calısılan ülke bir günde kariyerinin zirvesinde milyon dolarlar kazanan insanları sırf kanser oldukları icin evsiz bırakabiliyor, hatta daha neler neler yapıyor ama ben daha fazla anlatmayayım ve siz kendiniz izleyip, kendi degerlendirmenizi yapınız. Belgeselde yayınlanan her iddia ve tespit ile ilgili belge Michael Moore'un diger belgeselleri icin de yaptıgı gibi kendi internet sitesindeki facts bölümünde verilmiş: http://www.michaelmoore.com/sicko/checkup/
US'den Kanada'ya, Avrupa'ya hatta traji komik bi anlatımla izliceniz üzere Küba'ya kaçan hasta Amerikalıların yanında Hilary Clinton'ın health care planının nasıl engellenip sonra onunda aynı Türkiye'deki gibi satın alınmıs binlerin arasına katıldıgını, tedavi edilmezse bikaç ay içinde ölecegi kesin hastalara sırf sigorta sirketine para kazandırıp bonus alabilmek icin tedaviye gerek yoktur damgası basan doktorların icraatlerini izledigim bu belgeselin sonunda düşündüm kendimi ve arkadaslarımı düşündüm. Ne o kanser cesitlerinin, ne kalp rahatsızlıklarının, ne uzuvlarımızı trafik kazasında kaybetmenin ne de baska su an bilemedigim hastalıkların bize hic ulasmayacagını, bulasmayacagını düsünerek yaşamıyor muyuz? Ölümsüz gibiyiz, maksimum midemiz agrır, basımız agrır, grip oluruz ya az uyumaktan ya dengesiz yasamaktan, bize bişey olmaz di mi? Bize o kadar bişey olmaz ki ömrümüzün sonuna kadar yaşayabilelim diye agzımızın suyunun aktıgı ülkelerde nasıl tedavi olacagımızı bile bilmeyiz, ne var canım calısırım cok zengin olurum aile zaten arkada destek ne para gerekiosa veririm tedavime diyenleri hissedebiliyorum su an, umarım verebilirsiniz ve bir günde evinizi barkınızı hastalıgınızdan kurtulabilmek icin kaybetmezsiniz.  
Dusundugum diger bir nokta da "Türkiye bu filmin neresinde?" sorusuydu. Mükemmel örnek almısız Amerika'yı, baska hangi konuda bu kadar basarılı örnek alıp uygulamaya koyabilmişiz cidden sasırtıcı. Benim ülkemde de parası olan tedaviyi alır, parası olmayanın bebegi ölür hatta parasız cocugun böbregi alınır paralı cocuga takılır neden cünkü o daha cok hakediyor yasamı babası zengin. Benim ülkemde de aileler kenarda köşede ciddi bi rahatsızlık ihtimaline karsı hep bi para tutmaya calısır cunku bilir ki o birikim olmazsa ya hayatından ya da evinden barkından vazgecmek zorundadır.  Bir fark bulabildim sadece ablamın doktor olmasından olsa gerek bu ayrıntılı bilgim de: İngiltere'deki gibi ne kadar cok hastaya hizmet verirsen o kadar prim alıyorsun ama bu uygulama da Türk doktorları arasında  "Amerikancı" mantıkla yeni bir sekil bulmus hasta kapmacaya dönüsüp, dogru düzgün hastalık tespiti yapmadan liste doldurma yarısına dönüşmüs. 
Yazımın sonunda bi anımı paylasmak isterim sizlerle, bundan 3 yıl önce cok siddetli bir mide rahatsızlıgıyla İstanbul'daki bir vakıf hastanesine gittim. Gercekten mükemmel bir doktor tarafından sikayetlerim dinlendi ve endoskopi yapılması gerektigi ortaya cıktı. Ailemle aynı sehirde yasamıyordum, hayatımda ilk defa hastanedeydim ciddi bişey icin, neyseki teyzem ve arkadaslarım vardı bana destek olacak yani yalnız degildim. Endoskopi denilen sey agzınızdan midenize sarkıtılan bir boru (bir malzeme mühendisi olarak detayları da verebilirim :) ama gerek yok) borunun ucundaki minik kameracık midenize bakıcak, fotolar cekicekler doktorunuz teshis edebilsin diye. Universitemin sagladıgı özel sigortam bunu karsılayacak karsılamayacak su bu o an bunlar sizin icin o kadar anlamsız muhabbetler oluyor ki (kaldi ki bu kadar basit bir olay bi kanser yada baska ciddi hastalıkların tespit yöntemlerine nazaran) ve doktorun gecikmesi yuzunden beklenen 2 saat, sonrasında endoskopi odasında sigortanızdan yanıt beklioruz diye 1 saat daha hortumun bana benim ona bakıp gecirdigim sıkıntılı dakikalar sonunda isyanım ve "yeter artık yapın sunu sigorta falan istemiyorum" dedigim anda sigortanın yanıtının gelmesi ve sıkıntılı durumun bitişi. Bu basıma gelen durum yıllardır beni düsündürür, o kadar yakınız ki o durumun on katı bin katı zorlu durumlara, bu işlem digerlerine nazaran ucuz olunca diyebiliyorsunuz "baslarım sigortasından" diye ama bunu diyemeceginiz durumlar olmayacak mı? O insanların neler yasadıgını düsünemiyorum bile. Sigorta parayı ödemedigi icin 3 hafta her dakika kocasının ölümünü izlemek zorunda kalan kadının acısını düsünemiyorum bile. Neden İngiltere, Fransa hatta Küba bunu asabilmişken onları örnek almadık, almıyoruz ve almayacagız? Neden? İnsana deger vermek, hayatlara, insan uzuvlarına saygı göstermek bu kadar mı zor ? Neden Amerika da neden Fransa değil? Ha bi de neden hicbi arkadasımdan su güne kadar "of Fransa'ya bi kapagı atsak, hayatımız kurtulur" lafını duymadım da  o hep Amerika oldu :) 
Bence bizler ölümsüzüz, aynen devam...

22 Kasım 2008 Cumartesi

Five stages of dying

1) Denial
2) Anger
3) Bargaining
4) Depression
5) Acceptance

They are called as five stages of dying but I prefer calling them as "five stages of life", yes this is simply life not dying. If we face with the fact that life means dying as a whole and all upsetting events during a lifetime mean illnesses metaphorically, our reactions against those illnesses will follow this "five stages of dying" ceremony:
Start from denying and follow the order, at the end when you come to the conclusion of accepting every consequences without feeling anything, this means you have just died from that illness, again metaphorically. It's not a bad thing, you'll see.
I want to add the 6th stage: Happiness. Now you are gonna spend some time in that stage until you get the next sickness :)
Enjoy your life

*I have watched too many episodes of Dr. House in one day :)