22 Kasım 2008 Cumartesi

Five stages of dying

1) Denial
2) Anger
3) Bargaining
4) Depression
5) Acceptance

They are called as five stages of dying but I prefer calling them as "five stages of life", yes this is simply life not dying. If we face with the fact that life means dying as a whole and all upsetting events during a lifetime mean illnesses metaphorically, our reactions against those illnesses will follow this "five stages of dying" ceremony:
Start from denying and follow the order, at the end when you come to the conclusion of accepting every consequences without feeling anything, this means you have just died from that illness, again metaphorically. It's not a bad thing, you'll see.
I want to add the 6th stage: Happiness. Now you are gonna spend some time in that stage until you get the next sickness :)
Enjoy your life

*I have watched too many episodes of Dr. House in one day :)

19 Kasım 2008 Çarşamba

You don't look like Turkish

Aslında bu topic altında bi seri yazı cıkacak gibi gorunuyor: Hande markette, Hande labda, Hande IC de, Hande derste, Hande barda hatta Hande otobus duragında... serilerinin icinde en cok vuku bulan olay. Hande mekan degistirmeye devam ettikce de daha ilginc bi hal alarak gelişecek diyaloglar. 
En son gecen hafta markette gecen bi dialogtan sora "Who the hell are those Turks that I don't look like" cümlesi kafama yapıstı, o günden beri "You don't look like Turkish" diyenlere cevap olarak bunu sunmamak icin zor tutuyordum kendimi ki bugün artık olay koptu. 
Lab da calısmaya basladıgım ilk günüm insanlara İspanyol olmadığımı hatta İtalyan da olmadığımı anlatmaya calısarak gecti ve su an hatırladıgım 6 kişiden o meshur cumleyi duydugumdu. 
40 kişilik master sınıfım ki sınıfım diyorum cunku biz lise gibiyiz :) herkes aynı dersleri alıor, nerdeyse hergün derse gidiyoruz, onların arasında hala Türk olduğuma inanmayanlar mevcut ben vazgectim ısrar etmekten ama hala aklımda pasaportu bigün yanımda götürmek. İngiliz zannedenleri "aman asosyal mühendis işte" die asagılayıp ciddiye almadığım günlerin devamında bu cığ gibi artan "You don't look like Turkish" mevzusu en son o markette adamın "No way, you don't" çığlığından sora iice çığrından çıktı. Israrla diyo "ben cok Türk gördüm, hiç biri sana benzemiyor", "ama Türküüüm" dedikce de kafasını sallıyor. İşte o andır benim kendimden şüpheye düştüğüm an :) . Şaka bi yana hani düşünüyorum evt Almanya merkezli Avrupa genelli Türk imajını ama ben bunu kendi ülkemdeki Türklerden bile duydum. Tamam enişteme de bunu söylerler Türkiye'de, adam tam Alman tipli çünkü sarı saclar yesil gözler 1.90 boy sokakta da Alman Alman yürüyünce duyuyor bu lafları ama ya ben?? Ne sacım sarı ne gözüm yesil yada mavi herneyse .. ben Türküm işte yani gayet tipik. Topkapı Sarayını geziyoruz, yanıma yaklasan bi Türk İngilizce "Are you from Israel?" diye sorar, şaşkınlıkla İngilizce cevap veririm adama sora "Aaa ben sizin Türk olduğunuzu düşünmemiştim" aldığım cevaptır.  Tamam derim bi hata yaptı olur yani bi kişi ölçü değil. Sora Antalya'da bi otelde tenis topum yan korta kaçar, yaşlı bi kadın torunuyla oynuyor kadın topu uzatırken hiç duymadığım bi dilde bişeler söler, "Excuse me" dediğimde aldığım yanıt "No English please, Hebrew" dir. Haydaa sanki Hebrew bilmek zorundayım olurum, ve kadına yine aynı salak kibarlıkla "I'm sorry but I don't know Hebrew, I'm Turkish" dediğimde bana inanılmaz derecede kızıp "You are not Turkish" die İngilizce konusup Hebrewce de bana saya saya gittiğini bilirim. Hayır kadının İngilizce bilip konuşmamak icin direnmesine mi kızayım, Türk olduğuma inanmayışına mı ?? Neyse bu olaylar Mısır konferansına gerçek İsrailliler ve Araplar ve ben çakma İsrailli :) olarak gittiğimde THY'den indiğim için Türkiye'den geldiğimi kabul ettirebilmiştim onlara ama bu sefer de Türk olmayıp İstanbul'da kalan azınlık Rumlardan olduğuma takmışlardı kafayı, ama o adamlar kafayı dinle bozup Nanoteknoloji kisvesi altında birer İmam oldukları icin onları da çok sallamamıstım halbuki şimdiye kadar da kimliğimi tespite en yakın onlar sallamışlardı, minik bi yanım onları haklı çıkarıyordu. 
Simdi gelirsek yazının basında bahsettiğim bugun basıma gelen olaya: Otobus duragına yaklasırken yardım icin bık bık bık susmadan konusan bi cocuk cevirdi ki orda hep öle parti davetiyeleri, sunlar bunlar dagıtılıyor. E otobus duragında beklemek zorunda oldugum icin de kacamadım. Ne kadar güleryüzlüsünle başlayan tipik geyikten sora adımın anlamını sorması onun da "smiley" olusu iice bu konu üzerinde geyik yapmasını sagladıktan sora konu nereden olduguma geldi. Ve yine basladık Spain'le bu sefer Avrupa'yı es gecip Spain'den sora Arjantin, Venezuella sora Italy, France, Greece ve en son Cyprus'ta sansını denedi arkadas. Ben de böle eee devam dedim, ben bundan baska senin gelmiş olabilicen bi ülke bilmiorm, ülkeler haritamda yok dedi. Ülkeler haritanda Yunanıstan'ın yanına git dedim, gözleri kocaman Turkey dedi. Hey allahımmm evt Turkeyy ay ne var Türküm ben Tüüürk die icimden kudururken tabiki bekledigim meshur cümle geldi, onun ardında da benim sölememek icin günlerdir dayandığım cümle: "Who the hell are those Turks that I don't look like" çıkınca benim sinirim geçsin die Merhaba Güle güle demeye baslayan kardesin niyeti bi iki pound yardım toplamakmıs cocuklar için sanırım bık bık bık konusurken ben hala icimden nası bilmezsin Turkiye'yi ben nie Turk'e benzemiorm die sayıyordum cunku. Sora "ne icin bu parayı topladıgın inan umrumda deil, su parayı al ve Turkiye'yi de bi daha unutma ayrıca Türkler de bana benzer" :)) diyerek bitirdim diyalogumu sonunda da bana bi kitap hediye etti. Oldukca ironik bi zamanda felsefik bi kitap "All you need is Love" yazan yerini bi de yazarın imzaladığı. Dır dır dır beynimi ütülediğin yetmemiş gibi, Türkiye'yi unuttun, paramı aldın sora da saka gibi elime "All you need is Love" diye kitap veriosun defol git dedim (tabiki içimden).  O hala adın gibi güler yüzün hep gülsün diye nameler okuyordu :). 
Biz niye Türk'e benzemiyoruuuz?? Ben ve bazı kız arkadaslarım nie bu lafı duyuyoruz?? Kim bu Türk kızlar bizim bi türlü benzeyemediğimizzz??  

14 Kasım 2008 Cuma

Günleri 24 saat yaşamak

Güya yılın en kısa günlerinin yaşandığı aylardayız, düşünün güneşin doğuşundan ertesi gün yeniden doğuşuna kadar geçen her dakikayı her dakika olmasa bile her 30 dakikayı farkederek günlerinizi geçirdiğinizi.
Kırmızı kalın perdeleri olan bi camım var odamda, perdeler ışığı geçirmeyen cinsten yani sabah mı olmuş akşam mı yada dışarda fırtına mı kopuyor pek farkında olmuyorsunuz kapalılarken, ki bu odanın en sevdiğim özelliği, sürekli karanlık ve yağmurlu bi hava görmektense şu sıralar hep kapalı tutup hayal gücümle daha düzgün bi görüntü yaratıyorum zihnimde. Sabahları güneşin doğduğunu kırmızı kalın perdenin kenarından yolunu bulup gelen ışıktan anlıyorum, kafamda beliren ilk şey "ne hoş yeni bir gün!" tamamen mecazi. Bu düşünceyle dalmışken yeniden kattaki undergradların derse yetişme telaşı ve mutfakta sandvic tradition ı için yaptıkları hazırlıkları duyuyorum "vaay diyorum yarım saat geçmiş güneşin doğuşu üzerinden". Bi yarım saat sonra artık benim uyanma vaktim geliyor sanki uyuyormuşum da uyanmışım gibi alarmım çalınca kalkıyorum. Ondan sonraki zaman zaten dakikalar nezdinde gözüm devamlı saatte geçiyor, otobüsün hiç bi zaman zamanında gelmedigi saati, dersin saati, hadi artık ders bitsin saati, kimi günler lab saati.. gün içinde bu kadar domine hissettiğim zaman mevhumu akşam olduğunda iyice çığrından çıkıp hadi artık gün bitsin hadi artık gün bitsin ızdırabına dönüşüyor. Aslında bu hikaye çok tipik bir öğrenci günü örneği ve ben de bu ve bunun gibi günleri yıllardır yaşıyorum. 24 saat yetmez derdik hep ama 24 saati gerçekten yaşamak, uzunluğunu cidden hissetmek yetmezlikten çok boğulmuşluk hissini doğuruyormuş insanda. Ve farkediyorum ki "aa saat kaç olmuş hiç anlamadık" dediğimiz zamanlar da hep mutlu geçirdiğimiz zamanlarmış. Sevgilinizin yanında kaç defa saate baktınız? Çoğu zaman yapmanız gereken işleri, gitmeniz gereken yeri unutup geç kalmadınız mı? Sevdiğiniz insanlarla beraberken, sevdiğiniz bir işi yaparken en basiti sevdiğiniz bir kitabı okurken siz anlamadan zamanın geçip gitmesinin tam tersini yaşamak: sevdiğin insanların yanında olmalısın, yapmaktan hoşlandığın işlerin başında olmalısın yoksa günün hakkaten 24 saat olduğunu farketmeye başlıyorsun ki bu inan şu an farkedemesen de hiç istemeyeceğin birşey sonucuna ulastırdı beni.
İstediğin ve sevdiğin işi yaparken bile 24 saati hissetmeye başlayınca ne oluyor peki? Anlıyorsun ki paylaşmadan yaşadığın hiçbir şey seni mutlu etmiyor, o zamanın nasıl gectiğini anlamadığın insanları arıyorsun ama kimisi çok uzağında kimisi de artık tamamen yok. Yeniler mi ? Onlarla daha alfabenin A sındasın, B C ve D'ye en sonunda ulastığında zaten burdaki süreni de bitirmiş olacaksın. Ve kimbilir nereye yine A'dan başlamaya gideceksin. Geri döneyim başladığım yere dersen boşuna zahmet etme çünkü onlar da artık orada değiller. Orada olanlar da artık "orada değil" olacaklar. Bu sefer de her yerinde bir geçmiş bıraktığın şehre A'dan başlamaya gideceksin, hiç bilmediğin bi sehirde mi yoksa çok iyi tanıdığın bi sehirde mi bu düzeneğin icinde 20 saatini yaşayabileceksin hayatın en azından 4 saatini unutarak?
Masaya oturduğun zmn bakışından ruh halini anlayan, pek cok hatırayı paylaştığın, geride bir büyümüşlük, bir yaşanmışlığının olduğu, aynı anda aynı seylere gülmeye başladığın, çalan bir şarkıda "aa hatırlıyor musun.." la başlayan cümleleri sana kurdurtan, geçmişi birileriyle yaptım deil de beraber yaptıkların cinsinden konusabildigin insanlar. Yeniler hep olacak, onlarla A dan baslayıp daha önce defalarca kurduğun kelimeleri kurmaya çalışırken, bu insanlarla cümlelerin sayfaları sayfaların kitapları dolduracak tabi o kadar sanslıysanız: sahip çıkabilmişseniz ve değer vermişseniz.
Günü 24 saat yaşadığımızı anlamadığımız yıllara ve yanındayken zaman kavramını unuttuğumuz insanlara...

8 Kasım 2008 Cumartesi

Küçük, ürkek adımlar

Yazmaya baslamak icin kac kez gectim su bilgisayarın basına, ama o gereken cesareti hic gosteremedim.  Duygular, düsünceler artık bedene sıgmadıgı noktada actım bi word dosyası yazdım ve ertesi sbh kalktıgımda ilk işim acıp bi kez bile okumadan o yazdıklarımı silmek oldu. Neden korktum bi kez bile okuyamadım bilmiyorum, belki duygularla yüzlesmek gibi olacaktı ama her zmn da duygu patlaması sorası yazmıyordum, basıma gelen insanlarla paylasayım istedigim seyleri de bi “delete” e basarak yok ettim.  Dün düsündüm de yasadıgım onca garip olay (beni tanıyanlar su an ne demek istedigimi cok iyi anlıyorlardır J ) sorasında hep ilk düsündügüm yazmaktı ama ya böle yazılıp silindiler, ya da yazmadım erteledim simdi dogru düzgün hatırlayamıyorum ayrıntıları. Bunu dün farkettim evet, en cok güvendigim sey hafızamdı ama hayatta hicbiseye güvenmemek gerektigi gibi hafızama da artık guvenmemeliydim. Bu yuzden bugun karar verdim, kisisel web sayfamı alıcam, dizaynını ögrenicem su bu die ertelememeliydim bu işi, zaten hayatta o kadar çok şeyi erteleyerek yaşadım ki (yasıyoruz ki) en azından artık paylasmak istediklerimi günü gününe yazıp bi iki de arkadasım tarafından, meraklısı tarafından okundugunu bilirsem bu yalnız gecen günler, yalnızlığın hücrelerime işledigini iyiden iyiye hissettigim bu zamanları biraz doldurmus olurum diye düsündüm. Belki benim gibi hisseden bikac insanın da odasına misafir olup, yüzlerinde bi tebessüme yada kafalardaki bi soru işaretine yol acarım kim bilir J

Neden Sanitas?

Soundness of mind : Yıllardır msn nickim olarak kullandıgım latince kelime; anlamının tam tersi bi durumdayken kullanmaya basladıgım, her gördügümde önemini yeniden yeniden hatırladığım, mücadeleyi hicbir zaman bırakmamak gerek dedigim önemli kelime, görmeye devam etmenin tam zamanı .